SAVAŞ VE BARIŞ İLE İLGİLİ PHOTOSHOP
25 Mayıs 2013 Cumartesi
19 Mayıs 2013 Pazar
ÇİN SEDDİ
Uzaydan bakıldığında ince, uzun bir dere gibi görülebilen, insan eliyle yapılmış tek eser olan Çin Seddi, Çin'in kuzeybatısı boyunca uzanan dünyanın en uzun savunma duvardır. Kalıntıları Po Hay körfezinde deniz kıyısında başlar. Pekin'in kuzeyinden geçerek batıya yönelir ve Huang-Ho nehrini ikiye bölerek güneybatıya uzanır. Gobi Çölü'nün güneyinden batıya yönelerek devam eder.
İlk set, M.Ö.7. yüzyılda Chu Krallığı tarafından, günümüzdeki Henan eyaletinde yapılmış olup fazla uzun değildir. M.Ö.3. yüzyılda Hun, Tunguz ve Moğolların saldırılarını durdurmak ve ülkenin kuzey sınırlarını korumak için İmparator Qin Shin Huang (Çe-Huang-Ti), burayı boydan boya aşılmaz bir savunma duvarıyla kapatmaya karar verdi. M.Ö.221 yılında daha önceki krallıkların yaptırdığı duvarları birleştirek uzattı. M.Ö.3. yüzyıldan M.S.17. yüzyıla kadar Çinliler seddi uzatmaya devam etmişlerdir. Seddi onaran ve savunma amaçlı kullanan son hanedan Ming Hanedanı (1368-1644) olmuştur.
Seddin yıkılmış olan kısımlarıyla birlikte uzunluğu 10.000 kilometreyi bulur. Bugün ayakta duran kısım Ming Hanedanı devrinden kalan 3.000 kilometrelik settir. Ancak asıl inşaat, M.Ö.221 ile M.S.608 yılları arasında yapılmıştır.
Seddin kalınlık ve yüksekliği yer yer değişir. Genellikle duvarın yüksekliği 7-10 metre, taban kalınlığı 7 metre ve üst kalınlığı ise 6 metre civarındadır. Üzerinde atlar ve arabalar gidebilmektedir. Duvar boyunca siperlik ve okçu delikleri vardır. 200 metrede bir gözetleme kulesi veya kale ve 9 kilometrede bir fener kulesi bulunur. Duvar üzerinde yer yer saray ve tapınaklara da rastlanır. Bazı yerlerde setler, kademeli savunmaya imkan verecek şekilde bir kaç sıra halinde yapılmıştır.
Çin Seddi, en uzun sürede yapılan ve en çok insan çalıştırılan yapıdır. M.S.555'te Beijing ile Datong arasındaki 500 km.lik duvarın yapımında 1.800.000 kişi çalıştırılmıştır. Badaling dağınınüzerinden geçen seddin sadece 200 metrelik kısmını yapmak için bile binlerce kişi çalıştırılmış ve bu kişilerin isimleri bir taşa yazılmıştır.
İlk set, M.Ö.7. yüzyılda Chu Krallığı tarafından, günümüzdeki Henan eyaletinde yapılmış olup fazla uzun değildir. M.Ö.3. yüzyılda Hun, Tunguz ve Moğolların saldırılarını durdurmak ve ülkenin kuzey sınırlarını korumak için İmparator Qin Shin Huang (Çe-Huang-Ti), burayı boydan boya aşılmaz bir savunma duvarıyla kapatmaya karar verdi. M.Ö.221 yılında daha önceki krallıkların yaptırdığı duvarları birleştirek uzattı. M.Ö.3. yüzyıldan M.S.17. yüzyıla kadar Çinliler seddi uzatmaya devam etmişlerdir. Seddi onaran ve savunma amaçlı kullanan son hanedan Ming Hanedanı (1368-1644) olmuştur.
Seddin yıkılmış olan kısımlarıyla birlikte uzunluğu 10.000 kilometreyi bulur. Bugün ayakta duran kısım Ming Hanedanı devrinden kalan 3.000 kilometrelik settir. Ancak asıl inşaat, M.Ö.221 ile M.S.608 yılları arasında yapılmıştır.
Seddin kalınlık ve yüksekliği yer yer değişir. Genellikle duvarın yüksekliği 7-10 metre, taban kalınlığı 7 metre ve üst kalınlığı ise 6 metre civarındadır. Üzerinde atlar ve arabalar gidebilmektedir. Duvar boyunca siperlik ve okçu delikleri vardır. 200 metrede bir gözetleme kulesi veya kale ve 9 kilometrede bir fener kulesi bulunur. Duvar üzerinde yer yer saray ve tapınaklara da rastlanır. Bazı yerlerde setler, kademeli savunmaya imkan verecek şekilde bir kaç sıra halinde yapılmıştır.
Çin Seddi, en uzun sürede yapılan ve en çok insan çalıştırılan yapıdır. M.S.555'te Beijing ile Datong arasındaki 500 km.lik duvarın yapımında 1.800.000 kişi çalıştırılmıştır. Badaling dağınınüzerinden geçen seddin sadece 200 metrelik kısmını yapmak için bile binlerce kişi çalıştırılmış ve bu kişilerin isimleri bir taşa yazılmıştır.
TAC MAHAL
Tac Mahal, Hindistan Türk İmparatorluğu'nun Timuroğulları hanedanının 5. hükümdarı Şah Cihan (1593-1666) tarafından, o zamanki imparatorluğun başkenti olan Hindistan'ın Agra şehrinde, Jumna Nehri'nin kıyısında yaptırılmıştır. Dünyada aşk için dikilmiş en büyük ve en güzel anıt olarak kabul edilen bu türbe, Şah Cihan'ın büyük bir aşkla sevdiği eşi Ercümend Banu'nun (Mümtaz Banu) ölümü üzerine, onun hatırasına yaptırılmıştır.
Yapının mimarları, Mimar Sinan'ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi ile yapıdaki yazıları yazan Hattat Serdar Efendi eserin yapımı için Şah Cihan tarafından İstanbul'dan davet edilmişlerdi. 1630'da inşaasına başlanan eser, 22 yıl sonra 1652'de tamamlanmıştır.
Tac Mahal'in yapımında parlak, ince mavi damarları olan beyaz mermer kullanılmıştır. Aynı mermerden yapılan ve yerden yüksekliği 82 metre olan kubbe, Mimar İsmail Efendi tarafından yapılmıştır. Kubbe üzerinde altınlı bir alem vardır. Türbenin beyaz mermerden 4 minaresi vardır. Anıtın dört yanına Hatta İsmail Efendi tarafından Yasin suresinin tamamı yazılmıştır.
Mümtaz Mahal ve Şah Cihan'ın sandukaları üst katta, kubbenin altındadır. Sandukaların bulunduğu yerdeki kubbede insan ağzından çıkan her ses 7 kez yankılanacak şekilde bir akustiğe sahiptir. Şahın ve eşinin asıl lahitleri ise en alt katta bulunmaktadır.
Tac Mahal'in yüzbinlerce akik, sedef ve firuze gömülü olan duvarlarında ayrıca 42 zümrüt, 142 yakut, 625 pırlanta ve 50 adet çok iri inci vardır.
Romantik görünüşü ile herkesi büyüleyen, Doğulu Batılı birçok ünlü yazar ve şaire ilham kaynağı olan Tac Mahal, mehtaplı gecelerde bile aydan daha parlak görünür. 1966 Hint-Pakistan Savaşında, Pakistan savaş uçaklarına yol gösterici bir parıltı olmaması için, Hint hükümeti tarafından kubbesi siyah bir çadırla örtülmek zorunda kalınmıştır.
Yapının mimarları, Mimar Sinan'ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi ile yapıdaki yazıları yazan Hattat Serdar Efendi eserin yapımı için Şah Cihan tarafından İstanbul'dan davet edilmişlerdi. 1630'da inşaasına başlanan eser, 22 yıl sonra 1652'de tamamlanmıştır.
Tac Mahal'in yapımında parlak, ince mavi damarları olan beyaz mermer kullanılmıştır. Aynı mermerden yapılan ve yerden yüksekliği 82 metre olan kubbe, Mimar İsmail Efendi tarafından yapılmıştır. Kubbe üzerinde altınlı bir alem vardır. Türbenin beyaz mermerden 4 minaresi vardır. Anıtın dört yanına Hatta İsmail Efendi tarafından Yasin suresinin tamamı yazılmıştır.
Mümtaz Mahal ve Şah Cihan'ın sandukaları üst katta, kubbenin altındadır. Sandukaların bulunduğu yerdeki kubbede insan ağzından çıkan her ses 7 kez yankılanacak şekilde bir akustiğe sahiptir. Şahın ve eşinin asıl lahitleri ise en alt katta bulunmaktadır.
Tac Mahal'in yüzbinlerce akik, sedef ve firuze gömülü olan duvarlarında ayrıca 42 zümrüt, 142 yakut, 625 pırlanta ve 50 adet çok iri inci vardır.
Romantik görünüşü ile herkesi büyüleyen, Doğulu Batılı birçok ünlü yazar ve şaire ilham kaynağı olan Tac Mahal, mehtaplı gecelerde bile aydan daha parlak görünür. 1966 Hint-Pakistan Savaşında, Pakistan savaş uçaklarına yol gösterici bir parıltı olmaması için, Hint hükümeti tarafından kubbesi siyah bir çadırla örtülmek zorunda kalınmıştır.
ASLANTEPE HÖYÜĞÜ
Aslantepe Höyüğü[not 1], Malatya'nın 7 km. kuzeydoğusunda yer alan bir arkeolojik yerleşimdir. Türkiye’deki en büyük höyüklerden biridir.[1] Höyük,Fırat üzerindeki Karakaya Baraj Gölü’nün batısındadır. Otuz metre yükseklikteki höyük MÖ 5 bin yıllarından MS 11. Yüzyıla kadar iskan edilmiştir. Bölge MS 5. ve 6. Yüzyıllarda bir Roma köyü olarak, daha sonra da Bizans nekropolü olarak kullanılmıştır.[2] Yerleşim alanı 200 x 120 metre boyutlarındadır.[3]
Bölgedeki kazılar Louis Delaporte başkanlığında bir Fransız ekip tarafından 1932 yılında başlanmış,[1][4][5][6], 1933 özellikle Geç Hitit devri tabakalarında yapılmıştır. Bölgede kazı yapılmasındaki amaç, Hitit İmparatorluğu'nun çöküşü ardından bölgede kurulan krallıklardan birinin başkentine ulaşmaktı. Kazılarda bulunan iki aslan ve bir kral heykeli Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir. Daha sonra birkaç derin sondaj açılmışsa da esas düzenli kazılara 1961 yılında Roma La Sapienza Üniversitesi’nden bir grup tarafından başlanmıştır. 1970'li yıllara kadar kazılar Alba Palmieri başkanlığında yürütülmüştür.[7][8] Kazılar halen Marcella Frangipane tarafından koordine edilmektedir.[9]Kazılar
[değiştir]
Bulgular [değiştir]
Kazılarda MÖ 3.600-3.500 yıllarından bir tapınak, MÖ 3.300-3.000 yıllarından bir saray, çok sayıda mühür ve ustalıkla yapılmış madeni eşyalar bulunmuştur. Tüm bu buluntular o tarihlerde yerleşimin, aristokratik siyasi, dini ve kültürel bir merkez olduğunu göstermektedir.[2] Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen eserler dışındaki buluntular Arslantepe Açık Hava Müzesi’nde sergilenmektedir.[10] Mühürler, yerleşimin bir ticari merkez olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.[11]
Yerleşim, iskan edildiği süre boyunca su kaynakları bol fakat Fırat taşkın sahasının dışında kalmaktaydı. Bu sayede tarım için çok uygun topraklara sahip olan yerleşim, yerel bir hakim sınıf tarafından yönetilmekteydi. Bu hakim sınıf hem politik, hem ekonomik hem de dini erki elinde tutuyordu.[2] Bu haliyle Anadolu’daki ilk şehir devleti olma özelliği taşımaktadır.[1]
MÖ 4. bin yılın sonlarında kerpiç anıtsal yapıların yer aldığı geniş bir kentsel alan höyüğün güney batı yamacına yayılmıştır. Bu anıtsal yapılarda çok sayıda mühür bulunması bu yapı kompleksinin yönetsel bir merkez olduğunu göstermektedir. Mühürler muhtemelen çeşitli malların depolanması ve nakliyesi sırasında kullanılmaktaydı ve yapı kompleksi bu haliyle bir saray ekonomisi merkezi olarak görülmektedir.[2]
Saray kompleksinde ayrıca arsenikli bakır alaşımlı, gümüş kakmalı kesici-delici silahlar bulunmuştur. Sarayın yakınında bulunan ve MÖ 2.900 olarak tarihlenen mezarın bir kral mezarı olduğu düşünülmektedir. Mezarda değerli ölü hediyeleri bulunmuş olup ayrıca mezarı kapatan taş kapak üzerinde kurban edilmiş dört genç insan cesedi bulunmuştur.[2]
Geç Uruk Dönemi (MÖ 3.400-3.200 ardından yerleşimde geniş çapta yangınlar olduğu anlaşılmaktadır. Bunun ardından, farklı kültürden halkların yerleştiği kentte Doğu Anadolu-Transkafkasya kültürel etkileri hakim olmuştur. Arkeolojik çalışmalarda elde edilen çanak-çömlekler ve yerleşim düzeni bunu göstermektedir. Yeni yerleşimcilerin büyük olasılıkla yarı göçebe küçük topluluklar olduğu düşünülmektedir.
Tarih [değiştir]
MÖ 2.700.-2.500 yıllarında kent, Suriye-Mezopotamya kültüründen koparak özgün bir kültürel yapı geliştirmiştir. MÖ 2 binden itibaren kent, genişleyen Hitit İmparatorluğu’nun etki alanına girmiştir.[2] Hitit Kralı I. Şuppiluliuma'nın[not 3] Mittani başkenti Washukanni'ye düzenlediği seferde üs olarak kullanılmıştır. Hitit İmparatorluğu'nun çöküşünün ardından kurulan Geç Hitit krallıklarından biri olan Kammanu başkenti olmuştur.
Asur İmparatorluğu hükümdarı I. Tiglat-Pileser'in[not 4] saldırısı sonunda bu devlete haraç ödemek zorunda kalan bölge, II. Sargon[not 5] tarafından ele geçirilip yağmalandığı MÖ 712 yılında dek varlığını ve zenginliğin korumayı başarmıştır.[12] Bu tarihten MS 5. Yüzyıla kadar ise iskan edilmemiştir.[1]
DÜNYANIN EN İLGİNÇ AĞAÇLARI
BOABAB AĞACI
Baobab” sözcüğü, bin yıllık ağaç anlamına gelir; bu ağacın ömrü, gerçekten, sonsuz denecek kadar uzundur.
Asya ve Afrika’ da bulunan Boabab ağacı dünyadaki en şekilli ağaçlardandır.Genelde üzerlerinde yaprak bulunmayan ağaçların boyları 18 m ve gövde çapları 9 m yi bulur.
Yaz sıcaklığının çok yüksek olduğu yerlerde yok olmadan yaşabilmesinin İlahi sırrı ise ağaçların uzun ve kalın gövdesi adete bir su deposu görevi görüyor olmasıdır. Bu yüzden ağaç dışarıdan kuru gibi görünse de asla kurumuyor ve yangına karşlı dirençli oluyor.
Kabuğundan ve yapraklarından "adasonina" adı verilen ateş düşürücü madde elde edilen baobabın odunundan kâğıt da yapılır. Portakal büyüklüğünde, yumurta biçiminde olan meyvesinin ekşi etli bölümü, şeker ekilerek yenir.
CHANDELİER AĞACI
ABD’ nin California eyaletinde bulunan bu ağaç 100 m boyunda, 6 m çapında ve 2400 yaşında sekoyadır. Bu ağacın en ilginç özelliği belki dünya’ da içinden yol geçen tek ağaç olmasıdır. Dev ağaç zamanla yolu kaplamış ve yetkililer ağacı kesmemek için 1930 yılında gövdesini kazıyarak ortasından tünel geçirmişler.
EJDER AĞACI
10 m boyunda ve 1m çapında bulunan ve yaprak dökmeyen iğne yapraklı bu türden dünyada yalnızca 40 tane mevcuttur.
İspanyanın kanarya adasında bulunan bir örneğinin yaklaşık 1000 yaşında olduğu tahmin edilmektedir.
Bu ağacın en önemli özelliği gövdeleri yaralandığı zaman kırmızı kan gibi bir sıvı akıtmalarıdır. Bu özelliklerinden dolayı Ejder ağacı olarak adlandırılır. Bu özelliklerinden dolayı oldukça fazla turist çekmektedirler.
Ta PROHM AĞACI
Kamboçyanın vahşi ormanlarında bulunan bu ağaç Ta Prohm tapınağının en ürkücütü ağaç türüdür. Bu gün ise Kamboçya Angkor Arkelojik parkının bir parçası durumunda.
Yaşı henüz tam tespit edilemeyen ve terk edilmiş bir bölgede sürekli büyüyen ağaçlar yüzyıllar önce ta phorm tapınağına ev sahipliği yaptı.
Yılan şeklindeki görünümüyle çok ürkütücü olan bu ağaçlar bu gün turistlerin en uğrak yerlerinden biri haline gelmiş.
SHERMAN AĞACI
Yaklaşık 3200 yaşında olan ABD ‘nin Kalifornia Sequoia Ulusal parkında yer alan bu ağaç yapılan araştırmalara göre şu an dünyanın en büyük ağacıdır.
Literatürde “General Sherman” olarak geçen bu ağaç türünün gövdesi 24.32m olup boyu yaklaşık 85m dir. 1968 yılında yapılan bir araştırmaya göre ağacın ağırlığı 2030 tondur. General Sherman ağacının yaprakları mavimsi yeşil renktedir.
General Sherman dünyanın en büyük sekoyası olmasına karşın en yaşlısı değildir. General Sherman genç gibi hala büyümeye devam ediyor.
HAYAT AĞACI
Bahreyn de bulunan ve her yıl binlerce turisti ağırlayan bu ağacı görenler gözlerine inanamıyor çünkü bu ağaç çölün tam ortasında 400 yıldır yaşamını sürdüyor. Bu yüzden bölge halkı tarafından hayat ağacı olarak adlandırılıyor.
PİRANGİ CEVİZ AĞACI
Dünyanın en büyük ceviz ağaçlarından biri olması özelliğini taşıyan bu ağaç Brazilya’ da yaşıyor. Tek başına yılda 8000 meyve veren ağacın kökleri o kadar uzunki bu yüzden 8500 metrekare yer kaplıyor. Pirangi ağacı büyüklüğünden dolayı hiçbir fotoğraf karesine tam olarak sığmıyor.
WİLLAMİ ÇAMI
Dış görünümüne bakıldığında sıradan bir çam ağacı olarak görünen bu tür, dünyanın 1994 yılında keşfettiği ve dinazorlar zamanından kalma bir bitkidir. Bu nedenle fosil ağaç olarak da bilinir.
Wollemi ağacının en eski fosili 200 milyon yıl öncesine tarihleniyor. Avusturya’ da bulunan Wollemi çamından doğal ortamda yalnızca 100 tane kalmış olması onu dünyanın en kapsamlı koruma kampanyalarının içine sokmuş durumda.
OAXACA AĞACI
Meksikanın Oaxaca şehrinde bulunan bu ağaç türünü faklı kılan dünyanın alt tarafı en kalın ağacı .
Bu özelliği sayesinde ziyaretçileri tarafından ağaç gövdesi altında fotoğraf çektirmek oldukça ilgi çekici bulunuyor.
KAÇKAR DAĞLARI
51.500 hektar alanı kaplayan Kaçkar Dağları 1994 yılındamilli park ilan edilmiştir.Milli parkın büyük bir bölümü Rize ili Çamlıhemşin ilçesi sınırları içindeküçük bir bölümü de Artvin ili Yusufeli ilçesi sınırları içinde kalmaktadır.
Dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan ve sadece bu dağlarda bulunan birçok sayıdaki ender bitki ve kelebek türünden dolayı Kaçkar DağlarıMilli Parkı çok özeldir. Yabanhayatının görülmesi oldukça zordur; ağaç sınırı üzerinde birdağ horozu ya da şelalede su içen bir ayı görebilmek için oldukça sabırlı ve şanslı olmanız gerekir.parkın kalbinde ise Milli alanlar bulunur. enfes Yüksek zirveleri çayırlar duru göller ve sık ormanlar - dağ hepsi çok özel alanlardır ve herkesin tadına varabilmesi için sizbeklemektedir. ziyaretçileri
Kaçkar Dağlarının batısındaki Fırtına Deresi ve doğusundaki Hemşin Deresi zengin birflora ile kaplıdır. Bu bitki örtüsü karstikflora özelliğinde olup gerek altflora gerekse üstflora endemik türleri içermektedir.Türkiye 'de orman güllerinin 3000 metreye ulaştığı tek yer burasıdır.
Ülkemizde Pleistosan'e ait buzul izleriyle beraber aktüel buzlaşmanın birlikte görüldüğü ender yerlerden birisi de Kaçkar Dağları'dır. Bu sahada birçok buzullarla birlikte; buzul gölleri buzul vadileri sirkler ve mazeler bulunmaktadır.
Fauna açısından da zengin olan Kaçkar Dağları'nda kurt ayı domuz tilki karaca yaban keçisi geyiksansar çakal dağ horozu kafkas semenderi vb. türler bulunmaktadır.
Kaçkar Dağlarındanyükseltinin kısa mesafede artması yaylacılıkbağlı bir takım yayla yerleşim alanlarının ortaya çıkmasına yol açmış böylece Kaçkar Dağlarında ayrıca yayla etkinliklerine kültürü ve sosyal yaşantısı artı bir değer olarak ön plana çıkmıştır. yaşam Milli parka yapmış olduğunuzziyareti daha zevkli hale getirmek parkı ve parkta yaşayanlarıiçin lütfen aşağıdaki korumak kurallara uyunuz: basit
• Lütfen çöpünüzü yanınızda götürünüz;
• Başkalarının da görebilmesi içindağ çiçeklerine zarar vermeyiniz ve yabanhayatını rahatsız etmeyiniz;
• Eğer parkı araçlaziyaret ediyorsanız aracınızı dikkatli sürünüz ve düzenli park ediniz;
• Ateş ya da mangal yakmayınız.
AYASOFYA
Birkaç yüzyıl, dünyanın en büyük kilisesi olma özelliğini taşıyan Ayasofya, kilise olarak inşâ edilmiş olan bugün Londra’dakiSt. Paul’s, Roma’daki St. Peter’s ve Milan’daki Doumo’nun ardından dünyanın dördüncü büyük eski yapısıdır. Büyük Osmanlı mimarı Mimar Sinan’ın, hayatını Ayasofya’nın teknik başarılarını geçmeye adadığı söylenmektedir.
Ayasofya’nın bulunduğu yerde daha önce de aynı adı taşıyan iki kilise yapılmış, ancak bunlar yangın nedeniyle yok olmuşlardır. İmparator İustinianos, Roma İmparatorluğunu’nun eski siyasal bütünlüğünü sağlamaya çalışırken, bu iddialı planlarına uygun şekilde, görülmemiş büyüklükte bir kilise yaptırmaya girişti. Matematikçi Tralles’li Anthemius ve geometri bilgini Miletus’lu İsidoros’u kilisenin mimarı olarak görevlendirdi. Tamamlandıktan kısa süre sonra bir kısmı depremde çöken kilise, destek duvarları ve onarımlarla eski haline getirildi.
Bir Bizans efsanesine göre, İustinianos ayindeyken elinden kutsal ekmeği düşürür ve eğilip alana kadar, bir arı ekmeği alıp uçurur. Bunun üzerine, bütün arı sahiplerinin kovanlarda bu ekmeği aramalarını talimatı verilir. Birkaç gün sonrasın da bir arıcı, elinde diğer peteklere hiç benzemeyen bir petekle çıkar gelir ve bu petek, Ayasofya'nın planı olur. Ermeni edebiyatında, Ermeni mimar ve ustaların emeğinin geçtiğine dair bilgiler vardır.
Görünümü ve boyutları insanda hayret uyandıran Ayasofya’nın yapımı süresince, imparatorluğun dört bir yanından eserler getirtildi ve inşasında 100 ustanın emrinde, 10.000 işçi çalıştı.
Binanı dış görünüşünden çok, içinin etkileyiciğine önem verilmiştir. Yüz ölçümü 7570 metrekare olan müzenin uzunluğu 100 metreyi geçer. Bizans tarihinde Ayasofya’nın çok önemli bir yeri vardır; imparatorların taç giyme törenleri, zafer kutlamaları hep bu dikkate değer yapıda gerçekleşmiştir.
Bizans döneminde yaşnan önemli bir olay da ikonoklastik dönemde, tüm kutsal resimlerin kiliseden silinmesidir. 1204′te,Dördüncü Haçlı Seferleri sırasında da büyük bir yağmaya sahne olmuştur.
O zamanki insanların yaptığı bu etkileyici yapı, müslüman Türkler tarafından da en görkemli ibadethane olarak benimsendi.Mimar Sinan, restorasyonunun yapılmasıyla görevlendirildi. Minare, mihrap, minber gibi İslami elementler eklenerek camiye çevrildi. Allâh, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin levhaları asıldı. Resimlerin ve moziklerin üzerine çekilen badana koruyucu işlev gördü. 916 yıl boyunca kilise olarak kullanılan Ayasofya, 481 yıl boyunca da cami olarak kullanıldı ve 1935 yılında, bazı Müslümanların cami ve Ortodoksların kilise olarak kullanılmasını isemelerine rağmen,Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle müzeye çevrildi.
Ayasofya’daki mozaiklerin çoğu ikonoklastik dönemden sonra yapılanlardır. Batı kanadındaki eski girişten, imparator ve ailesi için yapılan büyük ve güzel kapıdan girildiğinde karşılaşılan mozaikte; iki imparator Konstantinos ve İustinianos’un, kucağında İsa’yı tutan Meryem’e, İstanbul surlarını ve Ayasofya’yı armağan ettikleri resmedilmiştir.
Sütunlar dünyanın farklı yerlerinden toplanıp, buraya getirilmiştir. Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan, Heliopolis’teki Güneş Tapınağı’ndan, Baalbek’ten… Sütun başlıkları büyük bir ustalıkla oyulmuştur. Apsiste, (kendi inanışlarına göre) kucağında çocuk İsa ile Meryem ve yine apsiste ünlü Cebrail mozaiği vardır. Kuzey duvarındaki nişlerde üç Hıristiyan aziz, İgnatios, Hrisostomos ve İgnatios Teoforos, kubbenin pandantiflerinde ise melekler resmedilmiştir. Bir başka ilgi çekici bölüm de Ortodoks kiliselerinde gynaeceum denilen, yukarıda yapılan kadınlar kısmıdır. İmparatoriçenin, imparator ailesinden kadınların, sıradan kadınların ve sinodların bölmelerinin bulunduğu bu galeriden, kuşbaşı kilisenin içi görülmektedir.
Türkler Ayasofya’ya çok değer vermişler, pek çok padişah, şehzade ve hanım sultan türbesini caminin bahçesinde yapmışlardır. Ayasofya’yla ilişkisi olan herkesin, Bizanslılar, Latinler, Ermeniler ve Türkler’in katkıda bulunduğu bir folklorik nitelikte, efsanelerin oluşturduğu edebiyat vardır.
Kökeni Bizans olan kendilerince ortaya atılan bir efsaneye göre, savaşı kazanan Türkler Ayasofya’ya geldiğinde patrik dua etmekteymiş ve güneyde Ayasofya kitaplığı önünde bir kapıyı çekip ortadan kaybolmuş. Bu kapı bir daha açılmamış. Ancak kubbenin üzerine yeniden haç konduğunda açılacak ve o anda patrik geri gelip duasını tamamlayacakmış.
Farklı imparatorluklarda ayakta kalan, farklı milletler tarafından benimsenen ve farklı kültürlere esin kaynağı olan Ayasofya, Pazartesi dışında hergün 9.30 - 16.30 arasında gezilebilir.
GELELİM İSTANBUL’UN FETHİNİN HANGİ YOLLA OLDUĞUNA VE AYASOFYA MESELESİNE
İslâm devletler hukukunun hükümlerine göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehl-i kitâba ait ma’bedlere asla dokunulmaz; ancak yenilerinin inşasına da müsade edilmez. Eskiden beri var olanlar tamir edilebilir. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir. Yani İslâm hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün ma’bedleri yok eder ve gayr-i müslimleri de sürgün edebilir. İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla feth olunmuştur. Ayasofya’nın ve benzeri bazı kiliselerin camiye çevrilişinin meşruiyet sebebi zikredilen hükümdür. Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul’daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi. İstanbul’u Allâh’ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fâtih Sultân Mehmed, Ayasofya’yı cami haline getirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder. Papaz ve hahamlar heyeti, İstanbul’u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul’da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fâtih’e ifade ederler. Ancak kendisine, kendilerine ve ma’bedlerine karşı İstanbul’un sulh yol ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu mânâya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir.
Çevresindeki din âlimlerine danın Fâtih Sultân Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilenlerin dışında kalan kilise ve havralara hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir. Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının,Fâtih’in din ve vicdan hürriyeti anlayışı oluğunu, Osmanlı Devleti’nin şanlı Şeyhülislâmı Ebüssuud Efendi, verdiği bir fetvâda vuzuha kavuşturmaktadır. Bu fetvânın aslı aynen şöyledir:
“Merhûm Sultân Muhammed Hân hazretleri, Mahmiye-i İstanbul’u ve etraındaki karyeleri unveten feth eylemiş midir? El-Cevab: Ma’ruf olan unveten (cebr ile) fetihdir. Amma kenais-i kadime (eski kiliseler) sulhen fethe delâlet eder. 945 tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne ve 110 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara tâifesi el altından Sultân Muhammed Hân ile ittifak edüb Tekfur'a nusret etmeyecek olub Sultân Muhammed dahi anları seby etmeyüb (esir almayub) halleri üzere mukarrer edecek olub bu vechile feth olundu deyu şahadet edüb bu şahadet ile kenâsi-i kadîme hali üzere kalmıştır. Ketebehu Ebüssuud”.
Bu anlattıklarımızı, tarihçilerin verdiği bilgi de doğrulamaktadır. Fâtih Sultân Mehmed, 23 Mayıs’da İsfendiyar oğlu Damad Kasım Bey’i elçi olarak Bizans’a göndermiş ve kendisine şu haberleri yollamıştır: İlk umumi hücumda şehir düşecektir. Bu gerçeği tam bir asker olan İmparator da kabul etmelidir. Eğer sulh yolu ile teslim olurlarsa, İslâm Hukukunun kuralları gereği, can ve mala aslâ zarar verilmeyeceğini; cebr ile fethedilirse, hem kan döküleceğini ve hem de sorumluluk kabul etmeyeceğini bilmelidir. Maalesef bu habere rağmen sulhu kabul etmeyince cebr ile feth olunmuş ve buna rağmen yine de anlattığımız gibi muamele yapılmıştır. Ayasofya’daki mozaikleri tamamen tahrip etmemesi ve İstanbul surlarını yıkmaması, Fâtih’in bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır.
Görülüyor ki, Fâtih Sultân Mehmed’in Sırbistan’da tatbik edeceğini va’d ettiği “Her caminin yanında birer kilise inşasına müsaade” durumu, İstanbul’da da tatbik olunmuştur. Fener’de Abdi Subaşı Mahallesindeki Caminin bitişiğinde Rum Patrikhanesi ile kilisenin mevcudiyeti, Osmanlı Devleti’nin gerçek mânâda din ve vicdan hürriyetini göstermiyor mu?Edirnekapı Caddesinin son kısmında yer alan Mihrimah Sultân Camii’nin hemen karşısında bir Rum kilisesinin inşasına müsaade etmek, bu hürriyetin maddî delillerinden değil midir?
İstanbul’'un harap edilmesi iddiası da doğru değildir. Buna ayrıntılı cevap vermek yerine, İstanbul’un fethini geçen bin yılın en önemli yüz olayı arasında zikreden CNN, Time ve benzeri kuruluşların yaptıkları tesbitden bir cümle nakledelim: İstanbul, Fâtih tarafından fethedilmeden evvel, tam bir harâbe ve ölü şehir idi. Fetihden sonra, hem Avrupa’nın ve hem de Müslüman memleketlerin ticâret merkezi ve mamur bir dünya şehri haline geldi. Nitekim Rus tarihçi Ouspensky bile “Türkler 1453’te, Haçlıların 1204’te yaptıklarından çok daha insanca ve hoşgörüyle davrandılar” diyebilmektedir.
527 yılında Bizans İmparatoru I. Jüstinyen zamanında yapılmış olan cami, Eminönü İlçesi’nde, Cankurtaran ile Kadırga arasında, Küçük Ayasofya Caddesi’nin sonundadır. Kiliseden çevrilme camilerdendir. Daha önce adı “Sergiyos ve Bakhos Kilisesi” idi. Alt sütunlar üzerindeki kitabede tapınağın I. Jüstinyen'in, St. Sergiyos ve St. Bacchus adlı azizler adına bu kiliseyi yaptırdığı yazılıdır. Sultan II. Bayezid zamanında Darüssaade Ağası Hadım Hüseyin Ağa tarafından bir minare eklenerek camiye çevrilmiştir.
Çeşitli zamanlarda tamirler görmüş ve bugünkü asıl minaresi 1955 yılında yaptırılmıştır. 19 m. yüksekliğindeki kubbesi sekiz ayaklı kemerlere oturmuştur. Yeşil ve kırmızı renkli 34 mermer sütunun 16’sı altta ve 18′i üstte bulunmaktadır. Önündeki beş kubbeli ve altı sütunlu son cemaat yeri sonradan yapılmıştır. Sol tarafdaki bahçesinde Hüseyin Ağa’nın türbesi bulunmaktadır.
Ayasofya’nın bulunduğu yerde daha önce de aynı adı taşıyan iki kilise yapılmış, ancak bunlar yangın nedeniyle yok olmuşlardır. İmparator İustinianos, Roma İmparatorluğunu’nun eski siyasal bütünlüğünü sağlamaya çalışırken, bu iddialı planlarına uygun şekilde, görülmemiş büyüklükte bir kilise yaptırmaya girişti. Matematikçi Tralles’li Anthemius ve geometri bilgini Miletus’lu İsidoros’u kilisenin mimarı olarak görevlendirdi. Tamamlandıktan kısa süre sonra bir kısmı depremde çöken kilise, destek duvarları ve onarımlarla eski haline getirildi.
Bir Bizans efsanesine göre, İustinianos ayindeyken elinden kutsal ekmeği düşürür ve eğilip alana kadar, bir arı ekmeği alıp uçurur. Bunun üzerine, bütün arı sahiplerinin kovanlarda bu ekmeği aramalarını talimatı verilir. Birkaç gün sonrasın da bir arıcı, elinde diğer peteklere hiç benzemeyen bir petekle çıkar gelir ve bu petek, Ayasofya'nın planı olur. Ermeni edebiyatında, Ermeni mimar ve ustaların emeğinin geçtiğine dair bilgiler vardır.
Görünümü ve boyutları insanda hayret uyandıran Ayasofya’nın yapımı süresince, imparatorluğun dört bir yanından eserler getirtildi ve inşasında 100 ustanın emrinde, 10.000 işçi çalıştı.
Binanı dış görünüşünden çok, içinin etkileyiciğine önem verilmiştir. Yüz ölçümü 7570 metrekare olan müzenin uzunluğu 100 metreyi geçer. Bizans tarihinde Ayasofya’nın çok önemli bir yeri vardır; imparatorların taç giyme törenleri, zafer kutlamaları hep bu dikkate değer yapıda gerçekleşmiştir.
Bizans döneminde yaşnan önemli bir olay da ikonoklastik dönemde, tüm kutsal resimlerin kiliseden silinmesidir. 1204′te,Dördüncü Haçlı Seferleri sırasında da büyük bir yağmaya sahne olmuştur.
O zamanki insanların yaptığı bu etkileyici yapı, müslüman Türkler tarafından da en görkemli ibadethane olarak benimsendi.Mimar Sinan, restorasyonunun yapılmasıyla görevlendirildi. Minare, mihrap, minber gibi İslami elementler eklenerek camiye çevrildi. Allâh, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin levhaları asıldı. Resimlerin ve moziklerin üzerine çekilen badana koruyucu işlev gördü. 916 yıl boyunca kilise olarak kullanılan Ayasofya, 481 yıl boyunca da cami olarak kullanıldı ve 1935 yılında, bazı Müslümanların cami ve Ortodoksların kilise olarak kullanılmasını isemelerine rağmen,Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle müzeye çevrildi.
Ayasofya’daki mozaiklerin çoğu ikonoklastik dönemden sonra yapılanlardır. Batı kanadındaki eski girişten, imparator ve ailesi için yapılan büyük ve güzel kapıdan girildiğinde karşılaşılan mozaikte; iki imparator Konstantinos ve İustinianos’un, kucağında İsa’yı tutan Meryem’e, İstanbul surlarını ve Ayasofya’yı armağan ettikleri resmedilmiştir.
Sütunlar dünyanın farklı yerlerinden toplanıp, buraya getirilmiştir. Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan, Heliopolis’teki Güneş Tapınağı’ndan, Baalbek’ten… Sütun başlıkları büyük bir ustalıkla oyulmuştur. Apsiste, (kendi inanışlarına göre) kucağında çocuk İsa ile Meryem ve yine apsiste ünlü Cebrail mozaiği vardır. Kuzey duvarındaki nişlerde üç Hıristiyan aziz, İgnatios, Hrisostomos ve İgnatios Teoforos, kubbenin pandantiflerinde ise melekler resmedilmiştir. Bir başka ilgi çekici bölüm de Ortodoks kiliselerinde gynaeceum denilen, yukarıda yapılan kadınlar kısmıdır. İmparatoriçenin, imparator ailesinden kadınların, sıradan kadınların ve sinodların bölmelerinin bulunduğu bu galeriden, kuşbaşı kilisenin içi görülmektedir.
Türkler Ayasofya’ya çok değer vermişler, pek çok padişah, şehzade ve hanım sultan türbesini caminin bahçesinde yapmışlardır. Ayasofya’yla ilişkisi olan herkesin, Bizanslılar, Latinler, Ermeniler ve Türkler’in katkıda bulunduğu bir folklorik nitelikte, efsanelerin oluşturduğu edebiyat vardır.
Kökeni Bizans olan kendilerince ortaya atılan bir efsaneye göre, savaşı kazanan Türkler Ayasofya’ya geldiğinde patrik dua etmekteymiş ve güneyde Ayasofya kitaplığı önünde bir kapıyı çekip ortadan kaybolmuş. Bu kapı bir daha açılmamış. Ancak kubbenin üzerine yeniden haç konduğunda açılacak ve o anda patrik geri gelip duasını tamamlayacakmış.
Farklı imparatorluklarda ayakta kalan, farklı milletler tarafından benimsenen ve farklı kültürlere esin kaynağı olan Ayasofya, Pazartesi dışında hergün 9.30 - 16.30 arasında gezilebilir.
GELELİM İSTANBUL’UN FETHİNİN HANGİ YOLLA OLDUĞUNA VE AYASOFYA MESELESİNE
İslâm devletler hukukunun hükümlerine göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehl-i kitâba ait ma’bedlere asla dokunulmaz; ancak yenilerinin inşasına da müsade edilmez. Eskiden beri var olanlar tamir edilebilir. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir. Yani İslâm hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün ma’bedleri yok eder ve gayr-i müslimleri de sürgün edebilir. İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla feth olunmuştur. Ayasofya’nın ve benzeri bazı kiliselerin camiye çevrilişinin meşruiyet sebebi zikredilen hükümdür. Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul’daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi. İstanbul’u Allâh’ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fâtih Sultân Mehmed, Ayasofya’yı cami haline getirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder. Papaz ve hahamlar heyeti, İstanbul’u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul’da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fâtih’e ifade ederler. Ancak kendisine, kendilerine ve ma’bedlerine karşı İstanbul’un sulh yol ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu mânâya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir.
Çevresindeki din âlimlerine danın Fâtih Sultân Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilenlerin dışında kalan kilise ve havralara hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir. Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının,Fâtih’in din ve vicdan hürriyeti anlayışı oluğunu, Osmanlı Devleti’nin şanlı Şeyhülislâmı Ebüssuud Efendi, verdiği bir fetvâda vuzuha kavuşturmaktadır. Bu fetvânın aslı aynen şöyledir:
“Merhûm Sultân Muhammed Hân hazretleri, Mahmiye-i İstanbul’u ve etraındaki karyeleri unveten feth eylemiş midir? El-Cevab: Ma’ruf olan unveten (cebr ile) fetihdir. Amma kenais-i kadime (eski kiliseler) sulhen fethe delâlet eder. 945 tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne ve 110 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara tâifesi el altından Sultân Muhammed Hân ile ittifak edüb Tekfur'a nusret etmeyecek olub Sultân Muhammed dahi anları seby etmeyüb (esir almayub) halleri üzere mukarrer edecek olub bu vechile feth olundu deyu şahadet edüb bu şahadet ile kenâsi-i kadîme hali üzere kalmıştır. Ketebehu Ebüssuud”.
Bu anlattıklarımızı, tarihçilerin verdiği bilgi de doğrulamaktadır. Fâtih Sultân Mehmed, 23 Mayıs’da İsfendiyar oğlu Damad Kasım Bey’i elçi olarak Bizans’a göndermiş ve kendisine şu haberleri yollamıştır: İlk umumi hücumda şehir düşecektir. Bu gerçeği tam bir asker olan İmparator da kabul etmelidir. Eğer sulh yolu ile teslim olurlarsa, İslâm Hukukunun kuralları gereği, can ve mala aslâ zarar verilmeyeceğini; cebr ile fethedilirse, hem kan döküleceğini ve hem de sorumluluk kabul etmeyeceğini bilmelidir. Maalesef bu habere rağmen sulhu kabul etmeyince cebr ile feth olunmuş ve buna rağmen yine de anlattığımız gibi muamele yapılmıştır. Ayasofya’daki mozaikleri tamamen tahrip etmemesi ve İstanbul surlarını yıkmaması, Fâtih’in bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır.
Görülüyor ki, Fâtih Sultân Mehmed’in Sırbistan’da tatbik edeceğini va’d ettiği “Her caminin yanında birer kilise inşasına müsaade” durumu, İstanbul’da da tatbik olunmuştur. Fener’de Abdi Subaşı Mahallesindeki Caminin bitişiğinde Rum Patrikhanesi ile kilisenin mevcudiyeti, Osmanlı Devleti’nin gerçek mânâda din ve vicdan hürriyetini göstermiyor mu?Edirnekapı Caddesinin son kısmında yer alan Mihrimah Sultân Camii’nin hemen karşısında bir Rum kilisesinin inşasına müsaade etmek, bu hürriyetin maddî delillerinden değil midir?
İstanbul’'un harap edilmesi iddiası da doğru değildir. Buna ayrıntılı cevap vermek yerine, İstanbul’un fethini geçen bin yılın en önemli yüz olayı arasında zikreden CNN, Time ve benzeri kuruluşların yaptıkları tesbitden bir cümle nakledelim: İstanbul, Fâtih tarafından fethedilmeden evvel, tam bir harâbe ve ölü şehir idi. Fetihden sonra, hem Avrupa’nın ve hem de Müslüman memleketlerin ticâret merkezi ve mamur bir dünya şehri haline geldi. Nitekim Rus tarihçi Ouspensky bile “Türkler 1453’te, Haçlıların 1204’te yaptıklarından çok daha insanca ve hoşgörüyle davrandılar” diyebilmektedir.
527 yılında Bizans İmparatoru I. Jüstinyen zamanında yapılmış olan cami, Eminönü İlçesi’nde, Cankurtaran ile Kadırga arasında, Küçük Ayasofya Caddesi’nin sonundadır. Kiliseden çevrilme camilerdendir. Daha önce adı “Sergiyos ve Bakhos Kilisesi” idi. Alt sütunlar üzerindeki kitabede tapınağın I. Jüstinyen'in, St. Sergiyos ve St. Bacchus adlı azizler adına bu kiliseyi yaptırdığı yazılıdır. Sultan II. Bayezid zamanında Darüssaade Ağası Hadım Hüseyin Ağa tarafından bir minare eklenerek camiye çevrilmiştir.
Çeşitli zamanlarda tamirler görmüş ve bugünkü asıl minaresi 1955 yılında yaptırılmıştır. 19 m. yüksekliğindeki kubbesi sekiz ayaklı kemerlere oturmuştur. Yeşil ve kırmızı renkli 34 mermer sütunun 16’sı altta ve 18′i üstte bulunmaktadır. Önündeki beş kubbeli ve altı sütunlu son cemaat yeri sonradan yapılmıştır. Sol tarafdaki bahçesinde Hüseyin Ağa’nın türbesi bulunmaktadır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)